“Bir kutu gibiydi, bir hücre belki genişçe ama kendisinin gittiği yere taşınan, bir görünmez zırh çevresinde. Yaşantı böyle değil midir? Sevgiler seninle, sen anlatırsan karşıdakinin anladığı kadar. Sevgililerde öyle. Dostlar, dostluklar, arkadaşlıklar, arkadaşlar da öyle değil mi?” Bir radyo müziğinin önünde geliyordu sesi. O zaman düşündü hayatının renklerine ne olduğunu? Haline bir şeyler olduğunu, gri bir bulutun hayatının bütün renklerini yuttuğunu renk kalmadığını, yüreğinin titremelerini unuttuğunu. Hayatının taraftarı olup bir forma, bir kaşkol renksiz bile boynunda taşımadığını düşündü.
Çam ağaçlarının gökyüzüne kadar uzandığı bir yerde boya kutusu çalınmıştı hayatının. Kaybını geç fark etmişti renklerin. Önce çok yıkanmış kalitesiz giysiler gibi solmaya başlamıştı. Kahkahalar, gülümsemeler azalmıştı günlerinde. Saymıyordu anlamadı eksikliği, gözlerin gözlerinde pek kalmadığını, kapı önü nasılsınların durmalarla bitmediğini, eksikliğini hatırlatmamak için bir dolu görmemezliğe uğradığını fark etmedi. Zırhı görünmezdi, onu koruyorlardı, korurken kaçıyorlardı. Yok oluyor, dokunmuyor, yarasından, kopan her ne ise onun koptuğu yerde ki yaradan iğrendiklerinden bakmıyor, yaranın iğrençliğini kabul edemiyor, kutusuna kapatıyorlardı.
Yüreği titremiyordu artık, bildiği gibi dağlardan tepelerden inmiş bir su gibi ağır süzülüyordu. Getirip bir şeyleri, bir yerleri kopartıp önüne almaları bırakmış, sakinliği yavaşlığa katmış, siyahı, beyazı bile sönük yaşıyordu.