Banka oturup etrafına bakındığında gördü. Bomboş bir tuval arkasında bir ressam elinde fırçaları başlamış olduğu bir şey yok eli çenesinde. Merak bu ya ne çizecek diye merak ederek beklemeye başladı. Ressamda onu görünce beklemeyi sürdürürken meraklı seyircisiyle ilgilenmeye başladı, önce selam verdi başıyla sonra geldi yanına oturdu. O zaman bir gariplik olduğunu anladı. Bir şeyler oluyordu. Sormadı. Bekledi.
“Renklerimi kaybettim” dedi ressam, elinde paleti vardı, palet boştu. Boyalarını kaybetmiş diye düşündü. Etrafına baktı, Bir yerlerde görür müydü? Göremedi. Gelirken yolda da görmemişti.
“Renklerimi kaybettim, siyahım beyazım bile yok her şey gri” bunu duyunca bir başkalık sezdi cümlede. Bir kaybediş vardı. Öyle düşürülmüş boyalar falan değildi konu. Bir felsefi yaklaşım mıydı bu? Düşürülen eksik olan kaybedilmiş başka bir şeyler var mıydı?
“Hayatın renkleri bu kadar silinir mi? Silindi. Önceleri en renkli olanları silikleşti, sonra o matlaşan parlaklıklarını kaybeden renklerde gitti. Koyuluklar, açıklıklar da soldu. Gri kaldı geriye”.
Ressamın gözleri iyi görüyor olmalıydı öyle gözüküyordu, gözlüğü bile yoktu. Anlattığı pek renkle, boyayla, resimle ilgili değildi zaten. Bir sıkıntısı vardı bu hayatla ilgiliydi. Aynı sıkıntı kendisinde de mi vardı? Düşündü, evet ressam gibi anlatmıyordu ama hayatının o parlak süper renkli kısmı gitmişti. O hayatın tadının kaçtığını düşünüyordu. Tadı tuzu kalmadı diyordu. Kaybolan bir tatdı. Şekersiz tuzsuz geliyordu hayat ona. Gri diye anlattığı bu muydu? Öyle olmalıydı.