Ankara da bir gün

Kalkıp gelmiş ülkesine. Kendi şehrine. Yeğenim gelmişti. Senelerce yaşadığı kenti konuştuk bir akşam. Onun şu anda yaşadığı Avrupa kentine benzer bir yaşantının yaşandığı şekilde yaşanan hayatı, gecelerin burada da öyle belki daha da çılgın yaşandığını oda biliyordu. Ya gündüz. Hamamönü yeni idi bilmiyordu, duymuş görmemişti. Bir kahvaltı yaptık onunla, gezdik. Topaçları, sipsileri, tahta oyuncakları ben hatırladım o yeni gördü. Kumda yapılmış kahveyi tattı. Başka olduğunu bilmiyormuş öğrendi. Sonra o şehrin onuna yaşadığı zamanlarda bile var olan ama onun çok da görmediği hissetmediği hikayeleri dolaştık.

ankara

Eski plakları, kitapları eskiliğinden daha çok artık yok oluşlarından artık zor ulaşılabilir olduklarından içten bir sevgiyle, saygıyla, ilgiyle inceledik. Aramızda konuşulmamış, anlatılmamış çok şey olduğunu, neden anlatmadığımızı da pek bilmeden anladık. Fazıl Say ve Serenad Bağcan çalışması ilk o günlerde çıkmıştı. Aldık. Sardunya ya ağıt daha orada dinledik, güzeldi. Yeni Türkü’ yü on iki Eylül öncesinde ODTÜ’de verdikleri ilk konserde dinlemiştim. Böyle değillerdi o zaman daha coşkulu daha içten, daha paradan uzak, daha işaretçi olduklarını düşünüyordum onu anlattım yeğenime. Müzik yapıyordu tarzı bu değildi, dinliyordu bu türü. Bayıldı oda CD’ ye. Kanına girmeye başlamıştım. Tamamladım. Denizlerin hikayesini yalnız anlatmakla olmazdı. O sıralar Çankaya Belediyesi , Kadıköy Belediyesinin hazırladığı bir sergiyi “Çağdaş Sanatlar Merkezi”nde sergiliyordu. Denizlerin Sergisi‘ni gezdik. Adaletin gözlerini kapatmasını değil, gözlerin çıkarılmasını. Elleri bağlı olduğundan çıkarılamamış daha sonra kesilip çıkarılmış kazakları, mektupları, bazısı yoktu daha da olmayacaktı, korkuyorlardı daha, resimleri, hikayeleri, postalları ünlü, ayakkabıları arkadaşıyla gidiyorken değiştirilmiş, yazıları ülkem için kafa yorulmuş, o zamanda şimdi de acıtan gerçekleri, Gazeteleri o zamanın dergileri. Ben yutkundum. Gözlerim doldu, o susun bildiği kısacık anlatılmışların uzunluğunu gördü irkildi. Daha da var mıydı? Vardı. Olacaktı. Oluyordu.

Bir Brüksel sabahına gönderdiğimden bu yana yazmadım bunu. Düşündüm kanına girmiştim. Cebine bir avuç dolusu soru koymuştum şeker yerine. Omuzlarına bilmenin sorumluluğunun yüküne yük katmıştım. Önüne bariyerler konması gereken adam yapmış olabilir miydim? Dur ben şunu bir fişleyeyim yarın ne olur olmaz diyen devletimin hep yaptığı gibi bu yüzden hep önleri kapatılmış insanlara mı katmıştım onu? Ne dersiniz dediğim an bir çoğunuz duymamış gibi kalabalığa karışıp kaybolacaksınız maymun oynatanın para toplamak için şapkayı kaptığı anda yaptığınız gibi. Sormuyorum o yüzden.

Yorum Bırak

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir