Bir taraftan yemek yapıyordu, laflıyorduk, bir şeyleri konuşuyorduk. Hava alabildiğince kararmış bir öğleden sonrayı yaşıyorduk laf kalabalığında. Mutfak tezgahının üstünde elleri bayağı seri çalışıyordu. Benle ölçülünce diyelim başka birileriyle yarıştırmak değil niyetim. Çenesi de elinin seriliğindeydi.
– “Bir patates köftesi nasıl zor pişer bilir misin?” Omuz silkmiş olmalıyım soruya karşılık bilmiyorum dercesine bir yüz buruşturması yanında. Güldü.
– “Köfte patates demedim. Patates köftesi öyle ahım şahım bir yemekte değil. Gaz ocağı bir bekar evi, o zamanlar lüks olur tüp bekar evine yakışmaz, gaz ocağı. Gaz ocağı öyle çok ısı vermez hiçbir şeyi kızartamazsın kızartacak kadar ısısı pek olmaz. Yemek yapacağız diye bir dolu kişi, bekar sürüsü öyle olur, yemek kokusunu bırak lafını duydu mu oraya üşüşür, cep telefonu filan da yok ama cama taş atmalar ıslık çalmalar mahallede yemek nerede var? Oradalar, bir de aynı sürü beleşe de aynı tepkiyi verir beleş yemek en çekici şey o zamanlar anlayacağın.” Yemeğe soğan mı katmıştı, yoksa soğansız gözlerimi yaşlanmıştı. Kelimelerin, cümlelerin içine katmadığı özlemişlik, bir sızılı anı yumağı olmalıydı bir yerlerde. Durdu bir süre daha yemeğin kapağını kapatıp bir sigara yaktı.
– “Bir de bira ısmarlattılar şerefine o gece ama gece yarısına kadar pişmedi patates köfteleri, aç kaldılar. Beklediler, mutfağın kapısını kapatıp onları çağırana kadar açmadılar, biralarını içip beklediler.” Ben sormadım neden oldu bu gözyaşı, anlattığı patates köftesi miydi? Sormadım da.