-“ Gitme demiştim. Kal bu şehirde. Bu şehir senin şehrin tamam hayatının bundan sonrasında benim sana söyleyecek bir sözüm yok, olamaz. Belki görüşmeyeceğiz hiç birbirimizi görmeyeceğiz bir daha. Ben senin nasıl olduğunu, sen benim ne olduğumu hiç bilmeyeceksin. Belki eski dostlardan birini görüp nasıl olduğunu olduğumu öğreneceğiz yarım ağız soruların arasına karıştırdığımız bir soru işaretiyle. Ama sen gitme. Bu şehir senin panzehirin, aşın. Hastalanırsın, yaralanırsın, yaraların irin olur, acıyla kabuklanmasını beklersin uzar, kabuğu ya tutmaz ya kalkar kanar hep. Gitme bu şehirden demiştim.” O kadar kaptırmıştı anlattığına ayakta bir türlü oturmuyor sesini yükseltip sesini ayarlayamadığına kendi de kızıyordu. Sesini alçaltıp başlıyor cümleye bir çoşku kendini bağırırken buluyordu. Kendini öyle bulunca susup biraz ara veriyor. Tekrar başlıyordu.
– “Şarapnel yarası gibi olur yabancı şehirlerin yarası, acısı biraz fazla üfleyen yok kabuğun altını göreyim dediğinde. Kalktığında kabuk yaranın durması yok, irini çok yaralar. Bir yara değil şarapnel yarası gibi birkaç yara birkaç yırtık. Derin, derin olmasa bile acılı yaralar. Bu şehirden gidersen bu yaralara dayanamazsın, kanar irin akıtır demiştim. Gitti.” Burada sakinleşir gibi oldu. Oturdu. Anlatacağı çok şey varmış, çok şey olmuş anlatacakmış gibi yaptı anlatmadı. Eski çok eski bir öykü olmalıydı. Bir şeyler olmuş. Bir yaralar irin akıtmış olmalıydı.