Kendinle araya bir şeyler koyma. Olur mu? Araya bir şeyler girer mi? Zaman, her şeyin ilacı; bir taraftan yontuyor, temizliyor, alıyor talaşını. Pürtüklerini temizliyor, daha bir parlatıyor. Daha da suskunluğu büyütüyor, gözleri bulanıklaştırıyor. Çok şeyi görmez ediyor, kırılganlığın içine daha çok işlerken dışına saklamayı öğretiyor, üçkâğıtçı bir esnaf edasıyla.
Biraz daha geçtiğinde zaman, senin eski senle aranda duvarlar örüyor. Seni onunla görüştürmüyor, aratmıyor. Eski sen, “Nasılsın?” diye soramıyor artık. Bal porsuğu inadıyla kovaladığın eskiden kalma fikirlerin, düşüncelerin meydandaki heykeller misali, içinde daha da alevleniyor. Zaman, elindeki tüfekteki tek kurşunu ziyan etmeden, tam hedefine denk getirdiği anda yalnızlığının sessizliğinin aslında senin gücün ve değerin olduğunu fısıldıyor.
Yorgunsun. Adımlarını yavaş atıyorsun. Enerji dediğin şeyi bir bisikletçi kıvraklığıyla finişe kadar rakibinin arkasına saklanarak korumayı öğrenmişsin. Rüzgâra karşı direnen bu kıvraklık, yerine konamayacak bir birikimin olduğunu sana hatırlatıyor. Susmanın biraz ilerisinde, “Sen haklısın.” tasdikinin bile senden bir şey götürmediğini, yok edilemeyecek bir değer olduğunu anlıyorsun.
Artık biliyorsun: Eski senle arana giren kendinle, vazgeçtiğin sahiplenmelerle pek hoşlanmayacağın durumlara bir daha gitmemek adına bir yol var. O, orada öyle kalsın. Tıpkı ben gibi… Benden öte.