Hava kapalı, düşündüğümden soğuk, yine de gittiğim yerlerde dışarıda oturmayı seviyorum.
Yağmuru şöyle bir gördük bu sene, daha kar kapıdan girmedi. Dışarıda oturunca koyu sohbetlerin ortasında kalıyorsun. Masanın uzak köşesinde başka bir sohbet ortasından bir yerinden kulağın giriyor. Yarı sızılı bir sesle anlatıyor: Gece yarılarına kadar uyuyor artık, her şeyin zamanı karışmış durumda, olduk şeyleri olmadık, olmadık şeyleri olduk gözüyle yaşıyor öyle biliyor. Artık yataktan çıkamıyor da. Bana her gördüğünde hep aynı şeyleri anlatıyor. Sabah sabah kar yağdı mı? diye soruyor. Sana ne kardan kışdan. Sinirleniyorum artık. Şurada birkaç saat nefes almak yok mu, bu rahatlatıyor beni. Yoksa çıldıracağım.
Bir an yıllar öncesinin bir film karelerine dalıp gidiyorum. Şimdinin HD film kalitesindeymiş gibi çekilmiş bir Akiri Kurusawa filmi Narayama Türküsü. Ölüm Dağı Türküsü… Film yokluğun yoksulluğun en dibinden kesitleri anlatıyordu. O kadar fakirlerdir ki yaşı geçmiş artık çok işe yaramayacak, bir işe demiyorum çok işe yaramayacak duruma gelmiş ihtiyarları sonbahar geldiğinde, ilk kar yağmadan az önce evlatları alır Nara dağına ölmeye bırakıyorlardı. Onun için o dağın adı Nara – Ölüm dağı idi.
Birkaç lokma boğaz bile yaşam için hesaplanması gereken durumda idiler. Kurusawa dehşetli bir anlatımla, çok kaliteli her karesi takvim yaprağı gibi çekmişti filmi. Şimdi sonbahardı, ilk kar yağdı yağacaktı. Şimdinin Nara – Ölüm Dağları bakıcı kadına bırakılmış, yataklara hapsedilmiş, hafızaları silinmiş insanların olduğu yerlermiydi?
Soğuk severdim kahvemi, soğuktu artık. Ankara köşelerinde kasvetli sohbetlerin yapıldığı sevdiği sonbaharı yaşıyo , ilk karı bekliyordu. Yağmadı daha ama yağacaktı az vardı.