Hava çok çok ağırdı. Yağmur, kar yağsa rüzgar çok kuvvetli esse bu havayı kaldırmazdı. Güneş yorulmuş, kendi köşesine kaybolmak üzere dağların ardına geçmiş, günün ilerleyen saatlerinde elinde kalan son malını satıp tezgahını kapatacak pazarcı gibi aldığına veriyordu sanki ışıklarını.
Yeni uyanmıştı. Gün biterken başlıyordu günü. Dün geceden kalma artı kuruduğunu alenen beyan edercesine çatırdayan ekmeğin arasına biraz peynir koydu. Isırdı çatırtıyla. Radyoyu açtı. Evi dolduracak takati kalmamış bir ses cızırtıyla karışık bir müzik çalmaya başladı. Giyindi acele etmeden. Ağır ağır. Tadını çıkara çıkara güneşi batırdı. Odanın karanlığını kırmak için lambayı açtı. Biraz daha oyalanmak istercesine evin içinde dolandı. Etrafı topladı. Kanepeyi düzeltti.
Yağmur yağarmıydı dönerken. Yağabilir. Şemsiyesini aradı… Bulamadı. Yağmurluğunu aldı koluna. Işığı kapattı. Karanlıkta gözünü ışığa alıştırıp eve bir daha baktı.
Çıktı aktı İstanbul sokaklarına.
İlk bahar gelmişti. Şehir eve koşuyordu.
Hep acelesi varmış gibi koşardı. Uzaklarda bir vapur sesi duydu o yoğun trafik gürültüsünün arasında.
Denizin kıyısına gitmeli diye düşündü. Rüzgar çıkmalı. Dalgalar kıyıya vurmalı. Rüzgar denizi getirip adamın gırtlağına dayamalı.
Gece geliyordu. İstanbul evine koşuyordu.