Neşeliydi. Tina Charles’i severdi. Onu dinlememi anlattıklarını her ne anlatırsa. Sevdiğimi söylememi en çok öyle derdi. Sarhoş olduğunda şarkılar söylerdi daha bağırarak hem de. Sarhoş olduğunda korkuları olduğunu da söylerdi. Bir rüzgar olduğunu bir gün bu kıyılarda yakınlarımda esemeyeceğini bildiğini anlatırdı doğruydu, doğruymuş. O zamanlarda buğulanmış kırçıllı renkli gözlerine baksam bir yara bir kan fışkırmasına az kalmışlığı görürdüm yaslanır göğsüme sokulur gözyaşlarıyla ıslatırdı, hıçkırmaz bir fısıltı iç çekiş ağladığını anlar, bir şeyler yapar gibi yapar bir şeyler bile yapamazdım.
Başka türlü düşünürdü, beni de öyle düşünmeye götürürdü birlikte olduğumuz zamanlarda, çok eskiden daha eski.
En çok neyi severdi karıştırıyorum yıllar olmuş. Beni. Beni köşe başında sabahın köründe onu bekler bulmayı, anlatmayı, ne olduysa hepsini hesap verir gibi değil, ben sensiz böyle ama sende varsın içinde demek gibi der gibi, korkmayı, korkularını hele bensizliği. Yüreğinde bir kuş saklar onun cik cik öttüğünü neşeli bir şeyler anlatırken hecelerinin içine karışmış ciklemelerden anlardım. Yüreği bir kuştu. Kendi de öyle uçtu uçacak. Gözleri parlardı, parlak gözleri vardı. İçinde bir şeyler saklı mı kendi de merak eder bakardım. Çok şey saklı görür kahve fincanın da ölümü görmüş falcı misali “Hiç “ derdim. “Yok bir şey”.Bulutları da söylemezdim.
Karşılıksız değildi hiç bir şey bilirdim uçup gidecek ben de korkardım söylemezdim uçup gideceğini.
Sarıl bana. Öyle içten sarılmayı öğret öğretti, dudakların nasıl yaktığını, ellerin dokunduğunu yaktığını parmakların, gözyaşlarının kıymetli olduğunu, paylaşmayı, canı sıkılmayı atlatmayı, gülümsemeyi bakınca hemen, sessizliği yan yana dinlemeyi, bakışlarla gizli anlaşmalar yapabilmeyi, tat almayı ama her şeyden, mutsuzluğu kovalamayı, yürümeyi, her ne olursa olsun sabah, öğleden sonra, ikindi, el ele yürümeyi, gözlere bakmayı, dokunmayı, sonunda yalnızlığı, güneşli, karanlık, yağmurlu, karlı, kuru, ıslak günlerde, birbirine tutunarak yürümeyi, olmayan ışıkları sokaklarda gece yarıları, korkuları içinde kaybolmak olsa bile. Farkındaydık kırılacaktı bir şeyler. Nazar boncuğu olmalıydı bir tek o kaldı.
Sabaha denk geldi. Birden. Nisan.
Gittiği yerlere gittiğimiz yerlere yok. Yok Yok.
Ortalıkta bir tek ayrılık her yerde her köşede.
Eski değildi o sıralar o fotoğraflar oralarda kaldı eskidi.
Sonraları içilemeyecek kadar içmeyi, ağlanmayacak anlarda ağlamayı, ağlamayı, aramayı bulamamayı, aramamayı, bulmamayı, aynı şarkıyı binlerce kez dinlemeyi, bir daha dinlememeyi, anlatmamayı, yazmamayı, saklamayı, anlatırken atlamayı şiirlerde, masalarda, kitapların aralarında, öykülerde. Birden yok olmayı. Birden ölenlerin ardından aptalca bakmayı yine. Kırılan dalları. Koparılan çiçekleri.
Şimdi severdi hepsini. Sever miydi? Yakıştırmaca yüzlerce yıl sonra.