Kendini yabancısı saydığı bu şehirde, akşamlardan birinde, özel olmayan bir akşamda, bardağı almış denize yakamozlarına karşının kirli ışıklara içine gölge kaçmış, yağlı iyot kokusunu kıyısındayım diye hürmeten yudum yudum içine çekiyordu. Geçen vapurun dalgalarına şarkılardan biri takılmıştı. Sevmezdi o şarkıyı, başka bir şehri anlatırdı. Hiç te yabancısı hissetmediği şehri.
Bu kentle hikayesi, o şehirle olan ilişkisi daha bitti denmemişken bir gelişte, daha bir şeyler yaşanmamışken, adı konmamışken ayrılığın o şehirle. Dönecek gibi arkada eksik bir şeyler, şu da kaldı, sigortaları kapat, vanayı, gazı kes, camlara bir daha bak buzdolabının fişini çek çıkışı geri gelinecek.
Acaba ne unuttuk, arkada bir şey kaldı mı duygusu, öyle çıkıp gelmişti.
Bir Butch Cassidy, Sundance Kid sonu yaşanmıştı. Güzel eğlenceli yaşanmış bir hikayenin sonu. Robert Redford, Paul Newman mitralyözlerin karşılarında biriktiğini bilmeden sen sağa ben sola kapıdan çıkışları gibi. Hayat birden duruvermiş, bir daha kımıldamamıştı. Sen sağa ben sola. Sonsuz Ölüm Türkçe adı, filmin öyleydi.
Sen sağa ben sola görüşürüz. İçkisinden bir yudum aldı, Pis çürümüş deniz kokusu gırtlağını artık yakmıyordu. Bu kentin kokusuydu.
Yalnızlık korktuğu şeydi, ölümlere hem de çokça birden kayboluşlara, birden olunmazlara, birden kaybolunurdu, birden anlaşılmazdı kaybolmak zaman yokluğu kaybolduğunu gösterirdi. Birdenliği sonradan ortaya çıkıverirdi.
Cehenneme dönüşürdü her yer o şehir. Unutulur, kaybolurdu raflardan, sohbetlerden şehirdekiler onlarda.
Sen sağa ben sola kapıdan çıkıp bitirilmiş. Ardınızda bir şeyler kalmış olmalı, bırakırdınız bir şeyleri, çöl kumunda ayak izi rüzgara güvenerek bırakılmış siler.
Yumurta kırılmış kahvaltılara uyanılmış pazarlar.