Oturuyorlardı. Sohbete daha başlamamışlardı, gölün sakinleri uyansalar da sabahın serinliğinde yaygaraya henüz başlamamışlardı. Kargalar kahvaltılarını etmemişlerdi. Öyle bir zamandı. Serindi. Yazdan kalmaydı gün ama sabahları serin oluyordu.
– “Dün yan komşumuz, bizden farkı yok, iki büklüme beş var o da o halde. Pazara gitmiş. Öyle her şeyi taşıyacak gücü yok, alışveriş yapmış az az gelmiş dolaba yerleştiriyor. Bir taraftan da söyleniyor. Sakallı elinde tespih olan bir adamdan almış domatesi. Adamı pek kontrol etme gereği duymamış torbaya koyarken. Hepsi mi çürük ezik olur bir iki neyse de diye söyleniyor. Koymuş işte adam ne bakıyorsun, sakalına duansa demedim, dinledim söylenmesini. Bizim insanımız olmadık şeye güvenir.” Burada sustu. Masanın üzerinden uzanıp sigarasını aldı, yaktı. Bir nefes çekti. Dumanı sabahın rüzgarına savurdu. Sandalyesine yan oturdu. Gölün karabatakları yavaş yavaş birer ikişer suya giriyorlardı.
– “Al Capone’yi hatırladım” dedi.
– “Bilir misin Al Capone‘yi? Hani şu Amerika’nın meşhur dillere destan soyguncusu, gangaster derler ya her neyse ünlü suçlu. O çocukluğunda bir bisikleti olsun diye dua edermiş akşamları. Bakmış olmuyor bir bisiklet çalmış, ondan sonra tanrı kendisini bisiklet çaldığı için affetsin diye dua etmiş. Öyle anlatmış” Burada döndü sandalyesini düzeltti.
– “Yanında ki adamın belki de af dilediğini düşüneceksin.” Kalktı. Sessizliğe bir bağırdı. Karabataklar korktu. Bir cayırtı da onlar koparttı. Sabah serindi. Yazdan kalma bir gündü.