– “Biliyorsunuz, Dünya durmuyor. Durduramıyoruz, durduramıyorsun, dönüyor. Hızlı döndüğü olmuyor mu? Hem de nasıl. fark ettiğimde ayaklarımı yere iyice basıp yansa bile durdurma mücadelesi vermiyor değilim ama olmuyor. Tam durdu dediğimiz anlar oluyor. O zaman kolunda saati durmuş birisi oluveriyorsun. Uyurken duran saatin çalmayı unutup işe geç bırakması gibi, o dönmüş sen durmuşsun. Sonra bir koşu yetişiyorsun, kaçırdığın bir dolu şey sen yetişiyorsun. Bir metro vagonuna son anda binmek gibi. Senle gelenlerin binip binmedikleri, geride kalanlar, binenler senin geride kalışın”. Ne anlattığını biliyordu. Başından binlercesi geçmiş, ayakları, ayakkabıları yanmış, geç kalmış koşmuş her seferinde yetişmiş. Kaçırdığı olmuş birkaç kez. Yalnızlığı içinde kurt olmuş bir yerleri yerken, bir yerleri delerken yakalamış.
– “Dünyanın dönmesiyle zamanın yürümesiyle yaşlanınca daha uğraşır oluyorsun. Biraz öyle gözüküyor, biraz da öyle. Gençsin cebinde on binlerce dönüşü var dünyanın, yüz binlerce saat var yaşanacak, cep dolu saç gitsin diye düşünürsün. Saçtık bizde bazı anlarda gençlik dedik. Şimdi geri dönüp yerden toplayacak halimizde yok. Bir an gelecek artık dönüp dönmediği bizi ilgilendirmeyecek o zaman bakacak ki biz ilgilenmiyoruz o gün duracak. En azından bizim için. Haa kelebekler, sinekler, böcekler, kaplumbağalar hepsi senin gibi, durduğu an durduğunu bilmeyecek onlarda. Ya ağustos böceğine ne demeli on yedi yıl yer altında sonra gel saz çal. Belki de doğrusunu o yapıyor ”. Anlatmaya çalıştığı kaybettiğimiz zamanlar mıydı? Öyle olmalıydı.