-“Bir hikâye dinlersin öyle fıstık, leblebi yanında köpüklü. Köpüğü dinsin diye beklersin, hikâye içine oturur gelir dişine takılır, yüreğin çizilir. Gökyüzüne bakarsın bir bulut arkasında sakladığı yağmuru kucağına bırakır. Öyle bir andır. Yıllar önce yaşadığını bilirsin bu an ne oluyor dersin. Bu hani çizik öylesi kanamadı bile bu kadar acıtır mı? Bu kadar can yakar mı? Köpük bitmiş, o kadar çabuk mu? Yağmuru kucağına bırakırken bulut yüzünü unutmamış, yanaklarında birkaç damla.
Hikâye o kadar düğün dernek değildi. Hadi çizer ya çizdi. Ama derin kesik, kâğıt kesiği, şiir kitabı yaprağı daha çok acıtır, hem şiir hem kâğıt hangisi nereyi keserse. Sende bilirsin”. Sustu. Bekledi.
-“Uyudun mu?” diye sordu. Ses gelmedi. İskelenin kenarında kucağında uyumuş bir gece ayı ile kalmamış uzak kıyıda uyumayanların ışığı bir de yıldızlar.
– “Uyudun mu?” yeniden sordu.
-“Uyumadım demek içimden gelmedi. Sen anlatıyorsun.” Diye cevap verdi kucağında ki gece.
– “Bir ışığı anlatıyordun, orada kalmışım”.
Devam etti, duymamış gibi yaptı o da söylenenleri.
– “Hani tam hıçkırırken, ağlarken birine sarılmak, birinin kokusunu duymak istersin yıkılsın barajı boşalsın birden bir kerede ağlamak bitirmek sanki biter, ama yine de öyle olsun istersin. Sarıl birine koksun kokusu yıksın barajı hıçkır, ağla sarıl ağla hıçkır sığınak bir kucak. Hikâyenin en güzel yeri işte burasıydı. Çok güzel koktu. Onun için onca yağmur”.
Sustu, ne söylese duymayacaktı ne de olsa. Sormadı, uyumadığını biliyordu gecenin.
Kıyıda ışıklar arada bizde buradayız diye göz kırpıyordu. Yıldızlar tam tepeden ne oluyor diye bakıyor olmalıydılar.