Anlayacağın ıslatmasa bizi hayat, su üstümüz yağmasa yağmur olup, ayağımızın dibinde göl de durmasa, karabataklar gölü şikâyet etmese göl de karabataklarla dalgasını geçmese.
Bir asından bir yudum aldı. Yağmur neredeyse başlamak üzereydi. Bir iki damla atıştırmıştı bile. Gitmek istemiyorduk. Saklanacak bir yer bulup laflamayı sürdürmek için oldukça kuytu bir yerlere çektik masayı. Damlalar da gölün üstünde boncuklanmalarını arttırdı.
– “Yalnızca onları dinliyoruz. İçlerinde bulundukları ortamı anlatıyorlar”. Yağmur hızlanmış, kabarcıklar sayılamayacak artmıştı. Bir yudum daha aldı. Sigarasına uzandı, bir sigara çıkarıp rüzgârdan sakınarak yaktı. Nefesi çekerken ıslanmasın diye avucunda sakladı.
– “Ya içinde oldukları ortamın onlarla bir alıp veremediği varsa. Gölün karabatakları anlattığını bir dinlesen”. Güldü sonra.
– “ Karabataklar göl olmadı mı ne yapacaklar? Nasıl yaşayacaklar? Göl de karabataklar, balıklar, kuşlar, ağaçlar, otlar, ördekler, yılanlar, salyangozlar olmasa değil mi? Biz olmasak, yazmasan sen, ben laflamasam. İki kelimenin belini kırmasak. Yağmur yağmasa sayılır damlalarla, sayılamaz damlalara çabuk geçmese”. Yağmur şiddetlendi. Kalktık, ayakta bitirdik acele ile masanın üstündekileri. Islandık. Kovalamıştı bizi doğa. Saklanamadık, ağaçların en kuytu yerinde bile buldu bizi yakaladı. Karabataklar bizi göle, göl bizi karabataklara şikayet etmiş, gökyüzü de onları duymuştu.