“İnsanlar yüz küsur yaşına kadar yaşarlar, hepsi. Hepsi tamamlar o yaşı, bazısı doğar doğmaz bazısı bir yerinden sonra hızla, bazısı sindire sindire”.
Özlemlerden bahsediyorduk nerden çıktı şimdi bu. Karşı çıksam ne olur? İddialaştı mı? Kazanılmasa ne olur? Peki diyinceye kadar. O halde şimdiden peki.
Olmadı beğenmemiş olmalı, başımla tasdiki.
“On yaşında trafik kazasında ölür çocuk daha, aheste yaşanmış on yaş, yattı yere bakıyor aheste, sonra birden makarası çözülmüş gibi bir an saniyeler saatler günler aylar yıllar koşuyor geriye ne kaldıysa hepsi bir an, yüz küsur bitti. Uğraşıyorlar, geri gelsin makara yeni baştan on yaşına nafile, yüz küsur”.
Bu sefer tam bir baş sallaması, tamam. Gülümsüyor, bir başka bakıyor. Nereden geldik ölüme. Ne diyecekti? Hep böyle en yanık yerinden dibinden tabağa koyar, yine öyle.
Dibinden hem de en yanık yerinden.
“ O gün arabanın çarptığı köpeği uyutmuşlar”.
Eyvah ağlayacak gözleri doldu. Ağlayacak hazır gözyaşları bir kaç kelime ileride ses tokladı.
“ Yaşayamayacağı belliydi”.
“Görünce öyle düşünmüştüm. Umut işte”.
Ağlamadı.
“ Nasıl yalvarırcasına bakıyordu? Ama yaşasa o kadar yara bere kırık, eziyet olurdu”.
Ne söylense ağlanacak, bir bardak çay? İşaretle.
“ Gözleri bile kanamıştı”.
Akşama, akşam olmadan az önce akşamüstünü az geçe tak yalnızlığının tasmasını deniz kenarı say denizi olmayan bu şehirde dolaştır. Araçlara, insanlara, çimlere, dallara, çiçeklere, bakışlara kimse çarpmasın, gözleri kanamasın onunda.